top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 19 sonuç bulundu

  • Onur Ayı / Pride Month

    Mücadelenin nasıl doğduğunu bilmek, her birimizin mücadelesine güç katacak, kendimizi ve bir başkasını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Peki her şey nasıl başladı? LGBTİ+ bireylerin hak ve özgürlüklerini savunmak üzere tüm dünyada gerçekleşen Pride Parade denilen Onur Yürüyüşü, ilk olarak New York’ta 28 Haziran 1969’da sabaha karşı Greenwich Village’taki Stonewall Inn isimli gey barda gerçekleşti. Bu tarih öncesinde bu barda sık sık polis baskınları gerçekleşmekteydi ve o gece de polis baskınlarından biri daha gerçekleşti. Fakat bu kez LGBTİ+ topluluk duruma sessiz kalmadı. O gece olan ayaklanmanın gey barda olmasından olmalı ki birçok kaynakta geylerden bahsedilmekte. Fakat barda eşcinsel kadın ve erkekler, translar ve evden kaçmış gençlerin olduğu yaklaşık 200 müşteri yer almaktaydı. "LGBTİ+ olmak; hastalık, günah, suç, kötü, yanlış değil mi? O zaman hak ediyorlar." Baskının, gelecek nesillerin hayatlarını şekillendirecek bir harekete yol açacağını kimse bilmiyordu. O gece yapılan saldırının ardından Stonewall Ayaklanmaları olarak anılan çeşitli direniş eylemleri gerçekleşti. Ve bu tarih başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm dünyada LGBTİ+ kişilerin hakları için önemli bir adım oldu. Şu an tüm dünyada LGBTİ+ kişilerin hak ve özgürlüklerinin görünür kılındığı bir dönem olan Onur Haftası, her yıl Haziran ayının son haftasında bazı ülkelerde ise Haziran ayı boyunca kutlanmakta. Daha sonrasında LGBTİ+ kişilerin haklarını savunmak için çeşitli kişi, kurum, kuruluşlar adımlar attılar. LGBTİ+ kişilerin hakları için en önemli gelişmelerden biri de 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği’nin, eşcinselliği zoofili ve pedofili gibi cinsel bozuklukların yer aldığı Ruhsal/Mental Bozukluklarının Tanısal ve İstatistiksel El Kitabının listesinden çıkarması ile gerçekleşti. "Yani LGBTİ+ olmak hastalık ve/veya bozukluk değildir" Sonrasında en büyük gelişmelerden biri de LGBTİ+ kişilerin sembolü haline gelen gökkuşağı bayrağının tasarlanması oldu. Ayaklanmanın 10. yılında cinsel yönelimini açıklayan ve LGBTİ+ kişilerin hak ve özgürlüklerini savunan eşcinsel kent meclis üyesi Harvey Milk, LGBTİ+ bayrağının tasarlanması konusunda ilk adımı attı. 1970 yılında aktivist ve tasarımcı Gilbert Baker’ın tasarladığı ilk bayrak her biri farklı renkte, 8 dikey çizgiden oluşmuştur. Ve her renk ayrı bir anlam içermektedir. Pembe cinselliği, kırmızı hayatı, turuncu şifayı, sarı gün ışığını, yeşil doğayı, turkuaz sanatı, indigo sakinliği, mor ise ruh anlamındadır. Bayrak ilk olarak 25 Haziran 1978’de San Francisco Gay Yürüyüşünde kullanılmıştır. Bayrağın bugünkü renklerinde pembe ve turkuazın eksikliğini fark ediyoruz. Çeşitli kaynaklarda bunun o dönemde kumaş bulunamamasından kaynaklı teknik sebeplerden dolayı olduğu yazmakta :) Tasarımcının bayrak renklerini, dönemin gey ikonlarından Judy Garland’ın Öz Büyücüsü filminde söylediği ‘Over the Rainbow’ şarkısından ilham aldığı düşünülmekte. Daha sonra ise pek çok gelişme olmuş, bunlardan en önemlisi LGBTİ+’lara yönelik şiddetin, ayrımcılığın ve nefret suçlarının azalması ve bitmesi adına ayrımcılık karşıtı ve nefret suçları karşıtı kanunların oluşturulduğunu ve bazı ülkelerde LGBTİ'lere yönelik şiddet ve ayrımcılığın cezalandırılması söz konusu olduğunu söyleyebilirim. LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığın ve nefret suçlarının yasaklanmasından bir kazanım olarak doğan şiddet karşıtı yasalar dışında birde suç olmaktan çıkarılıp eşcinsel evliliklerin bazı yerlerde yasallaşması söz konusu olmuştur. 2000 yılında ilk eşcinsel evliliği kabul eden Hollanda’yı Belçika ve Kanada’nın bazı eyaletleri izledi. Sonrasında Amerika’da bir eyalette eşcinsel evlilik tanındı. Bu ülkeleri diğer birkaç ülke de takip etmiştir. 2020 yılına geldiğimizde ise Stonewall Ayaklanmasını ve o dönemleri hatırlatan, Amerika’da gerçekleşen protestolar, kayıplarımız ve bayrağa gelen güncel bilgiyi de bu kısımda paylaşmak isterim. 2020 yılında öncelikle Amerika’da gerçekleşen protestolara baktığımızda ayrımcılık, ırkçılık, ötekileştirilmeye karşı bir ayaklanma görmekteyiz. Birçok anlamda 1960’lı yılları hatırlatmakta. ‘İyi de siyahlar daha fazla suça meyilli olduğu için daha fazla tutuklanıp öldürülmeleri doğal değil mi?’ Bu cümle bugüne ait. Tıpkı 1969 yılında Stonewall Ayaklanmasında olduğu gibi ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemleri kokuyor. 2020 yılında yaşamına son veren mısırlı LGBTİ+ aktivisti Sarah Hegazi. Son sözlerini ‘Ey dünya; çok acımasızdın ama affediyorum’ olmuştu. Kayıplarımız var... Malesef ki bu yıl da önceki yıllar gibi olmasa da kayıplarımız bitmiş değil. Tüm renklerimiz ile varolalım, bu çok zor olmamalı. Değiştikçe dönüşen gelişmelere devam edecek olursam 2020 yılına ait bir gelişme olan, LGBTİ+ bayrağına gelen güncellemeyi aktarmaktır. Grafik tasarımcı Daniel Quasar içinde bulunduğumuz politik iklim ve hareketin içinde süren tartışmalardan aldığı ilhamla Gilbert Baker’ın 1978’de tasarladığı gökkuşağı bayrağını güncelledi. Mücadelenin sembolü artık daha kapsayıcı hale getirildi. Quasar, güncellenmiş gökkuşağı bayrağına beş şerit ekledi. Açık mavi, beyaz ve pembe Monica Helms’in 1999’da tasarladığı trans bayrağının renkleri. Siyah ve kahverengi şeritlerse siyahlar ve Latinler olmak üzere, marjinalize edilen beyaz olmayan queer toplulukları temsil ediyor. Tasarımcı bu renklerin aynı zamanda HIV ile yaşayan bireyleri de temsil ettiğini söylüyor. Birçok gelişimin yanında hala birçok yerde bu kazanımlara rağmen ciddi zorluk içinde olan LGBTİ+’lar var. Bu zorlukları beraber aşabilmek için, ‘dayanışma’ gerek. Bu sene de dayanışmanın devamlılığı için 31. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası başladı. Dayanışmada hepimize yer var ve güzellikler, birikerek ilerlesin.

  • Afette Öteki Olmanın Yalnızlığı

    Afet türlerinden biri olan depremin; dilimizden düşmediği, zihnimizden gitmediği, yüreğimizde yankılarını bulduğu günlerin içerisinden geçiyoruz. İçerisinden geçtiğimiz bu günleri nasıl anlamlandıracağımızı ilerleyen günlerde göreceğiz. Şimdi ise bildiğimiz, depremin fazlasıyla kayıp ve mahrum bırakılmak demek olduğudur. Bu kayıp bazı kişilerde daha fazla yankı bulabiliyor. Bu kişiler ötekiler ve akla gelen ilk duygu ise yalnızlık. Öteki olanların, gerçeklikleri daha sert yaşadığını görebiliyoruz. Depremde çocuk, yaşlı, kadın, özel gereksinimli kişi, mülteci, LGBTİ+ yani diğerini, ötekini ele almak görünmeyeni ele almaktır. Seslerinin daha az duyulduğu, ses çıkarmaya utanıldığı, yaşananları anlamlandırmak da daha fazla zorlanma yer alabilir. Bu kimlikte olan kişiler olağanda ayrımcılığa uğruyorken deprem gibi insan yaşamını ciddi anlamda tehdit eden olağandışı dediğimiz bir doğal afette de kendisini gösterebiliyor. *İlk olarak depremde çocuk olmaya baktığımızda, bakıma muhtaç olduklarını biliyoruz. Depremde ise bu bakım veren gerekli olan bakımı çocuğa veremeyecek durumda olabiliyor. Çocukların mahrum edilmeleri yalnızca ebeveyn yokluğu değil yanı sıra bir takım ihlallerden biri olan fotoğraflarının çekilmesi ve paylaşılmasıdır. Bir fotoğraf çekimine veya paylaşılmasına maruz bırakmamak çocuğun rızasının alınamamasınan dolayı elzemdir. Çocuğun görsellerinin hem çocuğun güvenliği hem de ileri yaşlardaki ruh sağlığı için düşünüyor olmak gerekir. Sonrasında çocuklarda okula gidenler olacak ve diğer çocuklar tarafından akran zorbalığına maruz kalmamalarının önüne geçilmesi gerekir. Çocuğa erişildiği gibi yeterince güvenli bir yere alınmaya çalışılıp aciliyet sıralamasına göre iyileştirici müdahalelerin yapılıyor olması elzemdir. *Yaşlılardan evlerinden uzaklaştıkları için ümitsizlik yaşayan olabilir, bakıma ihtiyacı olanlar olabilir ve yardım istemekten çekiniyor olabilirler. *Atanmış cinsiyeti kadın olanların yemek yemek gibi olağan olan regl olmalarına karşılık ped istemedikleri görülmüş. Bu sebeple toplumsal cinsiyete duyarlı bir yaklaşım sergiliyor olmamız gerekir. Olağanda regl olmaktan ve ped almaktan söz etmek utandırılır ve gizli tutulur. Sanırım burada utanılacak durum pedin utanıldığı için ihtiyacı olan kişi tarafından alınamamasıdır. Ped’e ihtiyacım var diyememesidir. Yanı sıra hem kendi hem de çocukları için fazlasıyla güvensiz gecelerin geçtiğinden söz edilebilir. *Özel gereksinimli çocuk ve yetişkin olmanın ve doğmanın her türlüsü oldukça zorlu bir yaşam demek. Örneğin kalabalık alanlarda olmakta zorluk yaşayan otizmli bir çocuk veya yetişkin için daha rahat edebileceği bir alanın oluşturulması gerekir. Toplu alanlara uyum sağlamakta zorluk ile tek bırakılmama arasındaki denge kurulmalıdır. *Mülteciler konusunda ilk olarak enkaz altında Türkçe bilmediklerini, Arapça seslenirlerse kendilerinin kurtarılmayacağını ve sadece gürültü yaparak seslerini duyurmaya çalıştıklarını ifade eden aileden söz ederek başlayabiliriz. Burada kişilerin yabancı, öteki, diğeri oldukları için ölüme terk edilmelerinin enkaz öncesi alt yapısını görebiliyoruz. Kriz dönemlerinde gündemin konusu dışında birçok farklı konunun da ön plana çıkması olağan ve beklentik. Fakat bizler bunu nasıl tanımlayacağız ve nereye koyacağız. Hırsız, yağmacı, Suriye’lilermiş vs. gibi söylemler işte tam da bu kriz dönemlerinde çıkabilecek söylemler. Fakat bunların bir duyum üzerinden alınması, bu duyum üzerinden yola çıkarak işkence uygulanması ve kamuoyu tarafından kolaylıkla izlenebilecek erişimde olabilmesi hiçbir dil, dil, ırkta kabul edilmemelidir. İşkence suçtur ve suça ortak olmamalıyız. Bunu izleyen diğer mülteciler de kendi başlarına benzer deneyimlerin gelebileceği yönünde oldukça endişelenmiş ve kendi ülkesinin dışında bir ülkede olmak kaygan zemin ile açıklanabilirse bu durum da kaygan zeminlerini daha da sarsmıştır. *LGBTİ+ olmak olağanda zor bir yaşam getirebiliyor, bu durum depremde aynı zorlukta veya daha fazla artmış haliyle kendisini gösterebilir. Yalnızca LGBTİ+ depremzedeler değil kendilerine destek vermeye çalışan LGBTİ+’lar da destek verme alanlarında, yolculuk sürecinde, bölgede vs. dayanışma sürecinin zedelenebileceği yaklaşımlarla karşılaşmışlardır. Öteki olmak olağan yaşamda yaşanılası çok zorken deprem de öteki olmak daha zor olabilmekte. Halbuki tıpkı olağanda eşit olmamızı savunduğumuz gibi afettede yani sahada da eşit olmalıyız. Özetle; öteki olarak ele aldığımız tüm kimlikler birer insandır. Ötekileştirilmesi için var olan nesneler değildir. Yalnızlık insana dair ve olağan bir duygu, ötekileştirme ise bu yalnızlığı körükleyip ötekiyi dışarıda bırakır. Kayıpların tekrarlanmaması için dayanışma ve gerekli önlemlerin alınması şart.

  • Makale Özeti: "Teoride, Pratikte ve Araştırmalarda Öteki ve Ötekileştirme"

    Öteki, var olan hakim grup içerisinde dışarıda bırakılan için söylenebilir. Ötekileştirme ise bu dışarıda bırakılan kişiyi aşağılama yoluyla ortaya çıkar. Öteki olup ötekileştirilmeye maruz kalmayan bir kişiden söz etmemiz oldukça zordur. Bu ötekileştirmeyi meşrulaştırdığımız anlamına gelmemelidir. İnsan evladının ben’e, bana, bize benzemeyene tahammül edememesi ile ilgilidir. Kendimizden olmayandan ne geleceğini bilemeyiz, bilmediğimiz belirsizlik yaratır, belirsizlik ise kaygı ve korku doğurur. Ben’e iyi, Öteki’ne kötü diyerek ötekini, ötekileştirmiş oluruz. Ötekileştirme; benden olmayana güvenmek, benden olmayanı anlamaya çalışmak, onu sevmek, onunla iş birliği içerisinde olmanın önündeki en büyük engeldir. Birine güvenmeden ilişki içerisine giremeyiz. Fakat ötekileştirme öteki ile ilişki kurmayı reddetme biçimidir. Irk, etnik köken, kültür, cinsiyet, din, siyaset, yaş temelinde kişilerin ötekileştirildiğini görebilmekteyiz. Dünyada ırk, din, cinsiyet temelli ötekileştirilmelerin yoğun olduğu görülürken, Türkiye'de Kürtler, Romanlar, Alevilerin olduğu etnik köken ile cinsiyet temelli ötekileştirmelerin daha yoğun olduğu görülmektedir. Sonuç olarak toplumlar çeşitlendikçe ötekileştirmede paralelde artmaktadır. Fakat çeşitlenen toplumlara zenginlik olarak bakıldığında öteki’ne bakış daha olumlu olacaktır. Ben’i tanımaya çalışmak öteki’ni tanımaya çalışmaktan geçmektedir. Anlatmaya çalıştığımdan çok daha fazlasını ‘teoride, pratikte ve araştırmalarda öteki ve ötekileştirme’ başlıklı makalede bulabilirsiniz. Dili, yalın ve yaşamın içinden sözcüklerin akademik karşılığı adete. İyi okumalar. https://www.researchgate.net/profile/Mustafa-Yasar/publication/315878628_Teoride_Pratikte_ve_Arastirmalarda_Oteki_ve_Otekilestirme/links/5c860c4692851c69506b308a/Teoride-Pratikte-ve-Arastirmalarda-Oeteki-ve-Oetekilestirme.pdf

  • Ruhsal Travma, Ölüm, Kayıp ve Yas Üzerine

    Ruhsal travma, travmatik olayların ve yaşantıların yol açabildiği psikolojik yaralanmadır. Bu olaylar ve yaşantılar; günlük hayatta karşılaştığımız olaylar ve yaşantılardan daha zorlu, olağandışı ve şiddetlidir. Travmatik olayları (savaş, göç, şiddet, cinsel şiddet, patlama, deprem, sel vs.) birebir yaşamış olabiliriz, görmüş olabiliriz veya bir yakınlarımızın başına gelmiş olabilir. Yine bugünlerde ruhsal travmatik etkisi olabilecek günlerin içerisindeyiz. Toplumsal kayıplarda ruhsal travma, henüz yeni yaşanan Bartın Amasra’da meydana gelen maden patlaması gibi kitlesel bir olay henüz bitmediği için herhangi bir ruhsal travmadan bahsedemeyebiliriz. Bir şeyin travmatik deneyim olabilmesi için o olayın üzerinden zaman geçmesi gerekmekte. Bartın Amasra maden ocağı patlamasını travmatik deneyimleyen insanların olabileceği gibi travmatik bir yaşantı olarak deneyimlemeyen insanlar da olabilir. Travmatik deneyimin biricik olmasının yanı sıra her kayıp ve yas da ruhsal travmaya dönüşmek zorunda değildir. Henüz içinde olduğumuz için travmatik etkilerini bilemiyoruz. Fakat şu an için bildiğimiz bir şey var ki o da ölüm. Ölüm, bir canlının yaşamının sona ermesidir. Bugünlerde kırk bir can kaybımız var. Ölüm, geri döndürülemeyecek bir kayıp demek ve kayıp karşısında verebileceğimiz en doğal tepkiye de yas deriz. Sevdiğimiz kişileri kaybetmek, zorunlu göç yaşamak, günlük alışkanlıklara erişememek, patlama sonucu gibi kayıplar bazı yoğun duygulara (yoğun öfke, çaresizlik, yalnızlık, terk edilmişlik vb.) yol açabilir. Olumsuz düşünceler ortaya çıkabilir ve bunu hayatı zorlaştıran davranışlar izleyebilir. Kayıp sonrası yaşanan bu doğal süreç aslında bir süreliğine iyileştiricidir. Genellikle, zaman içinde hayat normal akışına dönebilir. Bu yas sürecinde bir takım tepkiler de gösterebiliriz. Kaybı yaşanan durumu sürekli hatırlama, kayba inanamama, kendini suçlayıcı düşünceler, dikkat sorunları, bellek sorunları (unutkanlık), başkaları tarafından anlaşılmadığını düşünme vs. gibi zihinsel tepkiler, Suçluluk, pişmanlık, öfke duyma, yalnızlık, karamsarlık, terkedilmişlik, umutsuzluk, değersizlik ve boşluk hisleri vs. gibi duygusal tepkiler, Çabuk yorulma veya halsizlik, eklem ve kas ağrıları, gerginlik, tedirginlik, uyku sorunları vs gibi bedensel tepkiler, Kayba ait anılardan kaçmak, görmek ve konuşmak istememek, uyku ve iştahta değişiklikler, hissizlik ve tepkisizlik hali, ilaç, alkol, sigara ya da uyuşturucu madde kullanma veya kullanım sıklığını/miktarını artırma isteği vs gibi davranışsal tepkiler görülebilir. Ruhsal travma, ölüm, kayıp ve yas yaşamın kaçınılmaz bir parçası olmakla birlikte ihmallerin önüne geçildiğinde yaşamın parçaları çok daha az kayıp ve belki de ihmale bağlı kayıpların olmadığı bir dünyadan söz edebiliriz. Kendimizi duymadığımızda ve görmediğimizde, başkaları tarafından duyulmadığımız ve görülmediğimizde, ihmal edildiğimizde; travmatize olma ihtimalimiz, kayıp ve yaslarımız ile mücadele edebilmemiz zorlaşabilir.

  • SİNEMADA ÖTEKİ: KULÜP DİZİSİ

    Öteki ve ötekileştirilmenin iki yüzü olarak Kulüp dizisi örnek verilebilir. Kulüp dizisi bazı insanlar ve/veya gruplar tarafından oldukça beğenilir ve takdir toplarken yani idealize edilirken, bazı insanlar ve/veya gruplar tarafından yine oldukça olumsuz eleştirildiği yani devalüe edildiği görülmekte. Henüz diziyi konuşmaya başlamadan böldük, ayrıştırdık öteki ettik :) Dizide çokça ötekiyi göreceğiz fakat burada birkaçından söz ediyor olacağım. Raşel; kendisini müslüman olarak, Aysel ismiyle tanıtan Yahudi kökenli karakter İsmet’in ötekisini öğrenmesinden sonra Aysel demeye demeye devam ettiğini görüyoruz. Kulüp sahibi Orhan; aslen Rum kökenli olan Orhan’ın asıl ismi Niko’dur. Beyanını esas almamız gereken Orhan’ın ötekisi olan Niko’yu ele alacağımız için Niko diyerek devam etmemde bir sakınca yok sanıyorum ki. (Bu arada Orhan’da Niko’nun ötekisi oluyor bu durumda.) Çünkü Niko’nun Alzheimer hastası annesi Mevhide, Rum oldukları unutmaz. Yani Alzheimer ötekiyi unutmaz ve zaman zaman Türkçe’yi unutup Rumca konuşur. Niko kendisine göre öteki olan Türkler’le beraber aynı eşit şartlarda yaşama arzusu ile çıktığı yolculuğunda kimliğinin açığa çıkmaması için annesini öldürmektedir. Burada öteki’nin şiddeti karşısında yaşamda kalmaya çalışan öteki’nin şiddetini görebilmekteyiz. Yani hem ötekinin şiddetini hem de ötekileştirilmeye maruz kalan ötekinin şiddeti söz konusu olabilmekte. Yani ötekinin, ötekileştirenin ve ötekileştirilenin herkes olabileceğini görebiliriz. Selim karakterine baktığımızda LGBTİ+ olmasından dolayı ailesinin kendilerine layık bir evlat olmadığı profilini çıkarabiliriz. Sesiyle var olmaya çalışan Selim’in giymeyi arzuladığı sahne kıyafetlerinden ötekinin dayanılmaz ağırlığını hafifletmeye çalıştığını sezinleyebiliriz. Çelebi’nin ise Kulup’teki kadınlarla zorla cinsel ilişkide bulunmaya çalışması ve/veya bulunmasında rıza görülmediği için cinsel şiddet uyguladığını görürüz ve insan ticaretinden bahsederiz. Yine Çelebi’nin ucuz işçi çalıştırılmasında emek sömürüsünü görebilmekteyiz. Çelebi gözünde kadınların obje, nesne olarak görüldüğü bu hikayenin gerçekten uzak olmadığını da ekleyebiliriz. Yanı sıra insan evladının kanayan yarası olabilen çocuk işçiliğini de gözler önüne seriyor. Çelebi, İstanbul’a göç etmiş Matilda’yı Şabatından, Hacı’yı da Cumasından eder. Matilda’nın mahallesindeki Sefarad şarkısıyla Hacı’nın köyündeki ninninin birbirine çok benzediğini görmekteyiz. Mathilda’da Hacı’da, Hacı’da Mathilda’daki öteki’yi görür ve kapsar. Ve tabiki Mathilda; babasının ve kardeşinin Varlık Dergisi zamanında Aşkale’de çalışma kampına gönderilerek orada öldürümelerinin intikamını almasıyla başlayan hikayesi ile göz önünde gayrimüslim bir kadın. Bireysel adalet arayışı ile fail olur ve sonrasında kendisini kapsayıcılığı ile ruhu iyileştirebilen bir yanıyla görebiliriz. Birleştiren, ötekiyi görebilen, iyileştirme mücadelesi olan, ötekileştirmenin karşısında durabilen, filmin sonunda Çelebi’yi affedebilme özgürlüğüne sahip bir kadın. Kulüp’te çalışanlar için Kulüp artık nefes alınabilen bir Kulüp’e dönüşür. Değiştiren ve dönüştüren Mathilda. Diziyi Ladino müziklerine yer vermesi ile sonladırmaya başlayabiliriz. Sürgüne zorlanan İspanyol kökenli Yahudi’lerin dili, yani ötekinin dili. Ladino müziklerinde yalnızlığa mahkum edilişi görebiliyoruz. Bazı Ladino müziklerinde Türkçe esintileri görebiliyoruz. Bizleri birleştiren ezgiler ise, bu ayrım nerden geliyor diye sormaz mıyız kendimize ? Peki farklı renklerle bütünleşelim mi ? Şimdi biraz müzik molası. Sizleri Lütfi Livaneli’nin Kardeşin Duymaz ismi ile söylediği Ladino müziklerinden George Dalaras’in seslendirdiği San Ton Metanasti ile baş başa bırakıyorum. Unutmadan farklılıkları ile bir arada yaşayan Kulüp emekçilerinin sevgisi, barışı, dayanışması ile sonlandırmak iyileşmek için şart diye de eklemek isterim. Son olarak Mathilda, Rachel, Selim ve Çelebi bir masa etrafında toplanarak birlikteliği, ait olabilmeyi, sarıp sarmalanmayı temsil ediyor gibi. Görüyoruz ki dayanışmanın olduğu yerde ötekileştirmeden söz edemeyebiliriz.

  • Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddet

    Şiddet, güçlü olanın zayıf olanın zararına yaptığı eylemlere denilebilir. Şiddet sessizliktir, yalnız bırakılmaktır. İnsan öteki üzerinde iktidarını pekiştirmek, güçlendirmek ve sürdürebilmek için şiddet uygular. Şiddet türleri; dijital, flört, psikolojik, fiziksel, ekonomik ve cinseldir. Şiddet türlerinden örneğin; bir fiziksel şiddeti görebilmemiz bir flört şiddetini görebilmemizden daha kolaydır. Ancak şiddet şiddettir ve her yerde olabilmekte. Şiddetin hem bireysel hem de toplumsal boyutu vardır. Yani şiddetin hem iç hem de dış sebeplerini paylaşmak isterim. Şiddetin iç sebepleri olarak; öfke, öfkenin nefrete dönüşebilmesi, nefretin şiddette sebebiyet vermesi ile oluşur. Öfkeyi dile döktüğünüzde, paylaştığınızda, konuşturduğunuzda, psikolojik destek aldığınızda nefrete, nefretin ise şiddete dönüşmesini engellemiş olursunuz. Toplum içerisinde çoğu zaman şiddet uygulayan kişiye hasta denilebiliyor. Fakat şiddet uygulayabilmek için kişinin gerçeği değerlendirme yetisinin olması gerekmekte. Gerçeği değerlendirebilen kişi ancak şiddet auygulayabilir. Bu sebeple şiddet uygulayan kişi hasta değil suçludur. Şiddetin dışsebepleri olarak; şiddetin dış sebeplerde temel nedeni yoksulluktur. Sonrasında eğitimsizlik, TCDŞ (Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddet), şiddet uygulamayı engelleyen ‘Yasa’nın uygulanmaması gelir. Karantina sürecinde sosyoekonomik durumlarda birtakım güçlükler ortaya çıktı veya var olan güçlüklerde artış gözlemlendi. Bu sosyoekonomik zorluklar beraberinde ve sonrasında şiddetti getirdi. Şiddetin hem bireysel hem de toplumsal boyutunda çözüm önerileri ise; şiddetin bireysel yani iç sebepleri için; neyin şiddet olabileceğini konusunda kendi farkındalığınızı artırmaya çalışmak, bol bol okumak, gelişmek ve psikolojik destek almak çözüm olabilir. Şiddetin; toplumsal yani dış sebepleri için ise; sosyoekonomik durumun ve eğitim sisteminin iyileşmesi gerekmekte. Eşitlik olduğunda şiddet büyük oranda azalacağı için toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğinin sağlanması gerekmekte. Yanı sıra şiddetin azalması için bir sınıra yani bir yasaya ihtiyaç var. İstanbul sözleşmesine zarar gelirse şiddet artar. Bu sebeple toplumsal boyuttaki bir başka çözüm önerisi yasanın gerekliliğidir. Son olarak; şiddetin çözülmesinde güçlük yaşanmasının sebebi görmezden gelme olabilir. O yüzden şiddeti görmemiz, duymamız, ses çıkarmamız ve şiddete uğrayan kişinin beyanını esas almamız gerekmekte. Şiddet ile baş edebilmek için hep birlikte, dayanışma ile ataerkil dilimizi değiştirmemiz gerekiyor. Şiddet, hiçbir zaman çözüm olmadı ve hiçbir zaman da çözüm olmayacak. Bir takım kişi, kurum ve kuruluşlar şiddet ile mücadele edebilmektedir. Bu organizasyonların yanı sıra; toplumun bir parçası olan birey olarak da bizlerin hep birlikte öteki ve ötekinin ötekisi için ses olmak zorundayız. Bu yazı Mahsa Amini ve LGBT+ Karşıtlığı Yürüyüş için yazıldı. Kadın Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı Mahsa Amini; saçları gözüküyor diye alındığı gözaltından yaşama kaldığı yerden devam edemedi. Kadınların nesne olarak görülmediği bir yaşam istiyoruz. LGBT+ Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı LGBT+ karşıtlığı yürüyüşte, LGBT+’lar ötekileştirilmektedir. Ötekileştirmenin olmadığı barış içerisinde bir yaşam için bu ve benzeri yürüyüşlerin gerçekleşmemesi gerekmektedir. İnsanları ve toplumları nefret suçuna yönlendirmek suçtur. Bir kez daha ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır.’

  • Terapi Nedir?

    Sağaltım yani iyileşme anlamına gelen terapi; konuşma yöntemi ile uygulanan bir tedavi şeklidir. İşbirliği içerisinde olan bu süreçte terapist eşliğinde kişide görülen ve/veya görülemeyen psikolojik örüntü ve rahatsızlıkları, negatif tutumları ve psikosomatik yani psikolojik temelli fiziksel yakınmaları azaltmak hedeflenmektedir. Süreç kişinin kendisini keşif sürecidir. Bu süreçte kişinin zorluklar karşısında farkındalığının artmasına, iç görü kazanmasına, terapistin çalışma tarzına göre ardında yatan karşılığına bakıp süreçte işlemlenmeye çalışılıp yaşamda daha iyi baş etmeye çalışmasına destek olabilme sürecidir. Değişim ve dönüşüm süreci olarak isimlendirelebilecek bu süreçte kişinin terapiye getirdiği renk değişebilir ve/veya var olan renk kabullenmeye gidilebilir. Terapi, öteki çerçevesinde bakıldığında ise bir şeylerin bölünme ihtimali, bölünmesi, bölünmüş olması, dağılması beraberinde ve/veya sonrasında kişinin yaralarını sarma, iyileştirme, kendisiyle barışması ve dayanışmasını destekleyebilen bir var olma çabasını kapsayan süreçtir denilebilir. Yaralanırız.. Yaşamda hiçbir yara almasak dahi psikanalitik yaklaşım doğuma bir travma derken, varoluşçu yaklaşım ise yaşama fırlatıldık der. Travma, fırlatılmak ve dahasında nasıl yara almaz insan.

bottom of page